iyiköfüfilm

Facebook Twitter Instagram
27
Nis
2012

“Korku” Nedir?

Kavram-Kuram-Fenomen kategorilerinde yayınlandı. Yorum Yok


Dracula (1931) 

Macar oyuncu Bela Lugosi popüler kültürün en ünlü canavarını başarıyla canlandırmıştı.

Korku gerçekliktir. Tasavvurdur. Önünüzde bıçağını kaldırmış bir ÅŸekilde bekleyen katille yüzleÅŸmeniz gerektiÄŸi gerçeÄŸidir. Yerdeki ölü eÅŸinizdir. Aynadan sarkan et parçasıdır ve ileriden bir kamyonun hızla geldiÄŸini gördüğünüz sokaÄŸa topunun peÅŸinden fırlayan çocuktur. Kulağınızın içinden çıkan böcektir. Güç sahibi Nazi’lerdir.

“Korku” ve “dehÅŸet” arasındaki fark nedir? Korku sonradan gelendir. DehÅŸet ise şüphedir, endiÅŸedir. Korkunç bir ÅŸey olacağına dair endiÅŸelenirsiniz. “O ses neydi?”, “BebeÄŸim nerede?”, “Erkek arkadaşım?”, “Bu kaşıntı da neyin nesi?”, “Peki ya bu ÅŸiÅŸkinlik?” Bütün bunlar sizi korkutur. Panik baÅŸlar, dehÅŸete düşersiniz. DehÅŸet kapının arkasındaki ÅŸeydir, acının vaadidir. Korku ise düşündüğünüzün gerçeÄŸe dönüşmesidir. Vaadin yerine getirilmesidir.

Sanat ve eÄŸlence olarak korku en başından beri vardı. Aslanların, kaplanların ve ayıların görüldüğü maÄŸara resimlerinden beri. İsa’nın son günleri bir korku hikayesi deÄŸil de nedir? Bir kıyım, adaletsizlik, vahÅŸet ve öbür dünya hikayesi deÄŸil de nedir? İncil, Kuran, eski Çin ve Japon yazıtları; hepsinde korkutucu ve ruhsal faktörler bulunmaktadır. İnsanoÄŸlunun acı verici sonları ve en kötü korkuları açıkça anlatılmaktadır. Hepsi de son derece gerçek ve kaçınılmaz olan sonumuzun köşe başında bizi beklediÄŸini hatırlatmaktadır.

“Canavarlarla savaÅŸanlar, sonunda bir canavara dönüşmeyi de göze alsın. Uçurumun içine bakarsanız uçurum da sizin içinize bakar.”
Friedrich Nietzsche

Film türü olarak, korkunun temelleri 18 ve 19’uncu yüzyıllarda İngiliz gotik romanlarında atılmıştır. Horace Walpole’un yazdığı The Castle of Otranto (1764), Ann Radcliffe’in yazdığı The Mysteries of Udolpho (1794) ve Matthew Lewis’tan The Monk (1796) akla ilk gelen örneklerdir. Hikayelerin ana temaları gizem, yıkım, hayaletlerle dolu eski binalar, delilik, canavarlar ve aile yadigarı lanetlerdir ki bu temalara korku sinemasında bol bol rastlanmaktadır. Mary Shelley’nin FrankenÅŸtayn’ı (1818), Bram Stoker’ın Drakula’sı (1897) ve Robert Louis Stevenson’ın Dr. Jekyll ve Bay Hyde’ı (1886) da defalarca beyazperdeye uyarlanmadan önce göreceli bir yapı oluÅŸturmuÅŸlardır.

1908 yılında Selig Poliskop Åžirketi’nin hazırladığı kısa bir Jekyll ve Hyde uyarlamasından iki sene sonra Edison Stüdyoları 15 dakikalık bir FrankenÅŸtayn uyarlamasını izleyicilerin karşısına çıkarttı. Bu iki film Alman dışavurumcu sinemasının baÅŸyapıtı olan Robert Wiene’ın yönettiÄŸi Doktor Caligari’nin Muayenehanesi (The Cabinet of Dr. Caligari – 1919) için yolu açmıştı. F.W. Murnau yönetmenliÄŸindeki Max Schreck’in canlandırdığı itici ve romantizmden nasibini almamış olan vampirden ismini alan sessiz baÅŸyapıt Nosferatu ise 1922 yılında ortaya çıktı. Yirmili yıllar boyunca bölük pörçük olsa da devamlılığını sürdüren korku türünün bu yıllarda en çok öne çıkan ismi kolsuzları, bacaksızları ve kamburları canlandıran Lon Chaney idi.

Crime & Punishment (1935)

Peter Lorre, Fritz Lang’in baÅŸyapıtı M’de (1931) çocuk katilini canlandırarak yıldız bir oyuncu olmuÅŸtu. Kendisi de tehlikeli bir çocuk gibi sinsi ve zalim olabiliyordu.

Korku türünün bir sonraki dalgası başındaki iflas etme riskini savmaya çalışan Universal Stüdyoları’ndan geldi. Stüdyo ağır olarak Murnau, Paul Leni ve Fritz Lang gibi Alman ustalardan etkilendiÄŸi bariz filmler yapmaya baÅŸlayarak Hollywood sinemasının karanlık tarafını oluÅŸturdu. Bu strateji mucizeler yarattı ve sadece birkaç yıl içerisinde Universal Stüdyoları korku filmlerinde rakipsiz hale geldi. Dracula (1931), FrankenÅŸtayn (1931) ve FrankenÅŸtayn’ın Gelini (Bride of Frankenstein – 1935) gibi filmler sayesinde özellikle iki yıldız, Bela Lugosi ve Boris Karloff destansı bir üne kavuÅŸtu. Korku türündeki filmler izleyiciler için ziyadesiyle popülerdi çünkü bu filmler Amerikalı izleyicilerin aklını bir iki saatliÄŸine de olsa yaÅŸanmakta olan Büyük Buhran’dan uzaklaÅŸtırmayı baÅŸarıyordu. Filmlerdeki tehdidin kaynağı neredeyse daima doÄŸaüstüydü ve izleyicileri her ÅŸeyin yoluna gireceÄŸine inandırmak için filmdeki canavar muhakkak filmin sonunda ölüyordu. O masum günlerde korku filmleri bile insanlara umut aşılıyordu.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Universal’ın saltanatı RKO stüdyolarının bağımsız kafa yapısına sahip olan yapımcısı Val Lewton tarafından devrildi. Lewton eÄŸer ortada bir yetenek varsa izleyicileri korkutmak için devasa bütçeler gerekmediÄŸini biliyordu. Hatta bünyesindeki yönetmenleri filmlerinde doÄŸrudan her ÅŸeyi gösteren bir ÅŸiddet tasviri yerine olup biteni izleyicinin hayal gücüne bırakan imaları kullanmaya yönlendiriyordu. Jacques Tourneur’un 1942 yılında yönettiÄŸi Cat People filmi Lewton yapımları arasında en çok takdir toplamış olanıdır. Val Lewton’ın bu sinematik yaklaşım ve anlayışı 60’lı yıllara kadar uzandı, Shirley Jackson’ın kısa romanından uyarlanmış olan, Robert Wise yönetmenliÄŸindeki The Haunting izleyiciye hem doÄŸaüstü korkuyu hem de psikolojik gerilimi yaÅŸatıyordu.

“Ah ne acı, insanlar doÄŸar ve ölür. Biz de yakında öleceÄŸiz. O halde rol yapalım, Sanki zaten ölü deÄŸilmiÅŸiz gibi.” Ezra Pound

50’li yıllarda SoÄŸuk SavaÅŸ endiÅŸesi özel efekt teknolojisindeki ilerlemeyle birleÅŸerek yeni bir dönem baÅŸlattı. Bu dönemin parlayan yıldızları bilimkurgu-korku karışımı filmlerdi. The Thing From Another World (1951) ve Invasion of the Body Snatchers (1956) gibi filmlerde insanoÄŸlunun yabancı bir tehditle karşılaşırken sergilediÄŸi cesaretine (aslında “vatanseverlik”) dikkat çekilirken Them ve Godzilla (ikisi de 1954 yapımı) filmlerde de ölümcül Atom Çağı’nın dünya çapında yarattığı korku yansıtılıyordu.

Frankenstein and the Monster from Hell (1973)

Bu kıllı yaratık Hammer Stüdyoları’nın 1957 yılında The Curse of Frankenstein ile baÅŸlayan ve daima insan suretindeki canavara yani Peter Cushing’in canlandırdığı kalpsiz Doktor Frankenstein’a odaklanan Frankenstein filmleri serisinin sonunu getirdi.

Yaratıklar, canavarlar ve dünya dışından gelen kötü varlıklar İngiliz Hammer Stüdyoları’nın gotik köklere dönen ve baÅŸrolünde yıldız oyuncuları Peter Cushing ve Christopher Lee’nin oynadığı kanlı filmler furyası baÅŸlayana kadar dehÅŸet saçmaya devam ettiler. Endüstrideki korku ve seks öğelerinin tasvirine verilen özgürlüğü sonuna kadar kullanan bu filmler 1957 yılında The Curse of Frankenstein ile baÅŸladı ve filmin baÅŸarısı ardından diÄŸer Universal klasiklerinin renkli ve daha korkutucu detaylara sahip versiyonları geldi. American International Pictures ÅŸirketi de aynı formülü uygulamaktan kaçınmadı ve I Was a Teenage Werewolf (1957) ile baÅŸlattığı kendisine ait yapımlar furyasının yanı sıra Mario Bava’nın atmosferik gotik baÅŸyapıtı Mask of the Demon (1960)’ın ve birçoÄŸunda Vincent Price’ın akli dengesi bozuk asilzadeleri canlandırdığı Roger Corman yapımı Edgar Allan Poe uyarlamalarının dağıtımını saÄŸladı. Price aynı zamanda pazarlama konusunda bir deha olan yönetmen William Castle’ın “özel cihazlı” korku filmlerinde de oynadı, bunlardan birisi olan 1959 yapımı The Tingler’da önemli sahnelerde izleyicilerin irkilmesini saÄŸlayan Percepto teknolojisi kullanılıyordu. Percepto teknolojisi aslında sadece salondaki koltuklara oturan kiÅŸilere elektrik veren bir aletti.

1960 yılında iki film, Alfred Hitchcock’tan Psycho ve Michael Powell’dan Peeping Tom, canavarın yerine insanı koyarak korku sinemasında yeni bir çağı baÅŸlattı. Bu filmlerdeki katiller dışarıdan normal görünmelerine raÄŸmen karşı koyamadıkları içgüdüleri ve dürtüleriyle cinsel yönden masum olmayan kadınları öldüren canilerdi. Röntgencilik, kadının nesneleÅŸtirilmesi, cinsiyet bozukluÄŸu ve seksin yerine cinayeti koyma arasında rahatsız edici baÄŸlantılar kuran bu iki film izleyiciye canavarlığın dışta olduÄŸu kadar içte de olabileceÄŸini gösterdi.

Yıllar geçtikçe bağımsız yapımcılar ve yönetmenler korku sinemasını kontrol eder oldu ve -toplumun da desteÄŸiyle- türü daha karanlık olmasına raÄŸmen daha çok gençlere hitap eden bir hale getirdi. Robert Kennedy ve Martin Luther King Jr suikastlerinin gerçekleÅŸtiÄŸi 1968 yılı aynı zamanda Roman Polanski’nin ÅŸehirde geçen paranoya dolu korku filmi Rosemary’s Baby ve George Romero’nun düşük bütçeli, siyah beyaz zombi klasiÄŸi Night of the Living Dead’in yılıydı. Bu ardarda gelen iki film bağımsız stüdyoların ve perdedeki kanın artmasına sebep olduÄŸu kadar gelinen noktaya da ayna tutuyordu. “Masumiyet” kaybolmuÅŸtu ve korku filmleri (aynı zamanda toplum) bir daha eskisi gibi olamayacaktı.

House on Haunted Hill (1959)

Vincent Price, izleyicileri cezbetmek için gerekeni yapıyor. Doğru ya da yanlış, yönetmen William Castle filmlerinden çok tuhaf ve yaratıcı reklam teknikleriyle tanınmıştır.

Psycho ve Peeping Tom, canavar kavramını insana dönüştürdüyse takip eden filmlerden bazıları canavarı evin içine kadar soktu ve insanlıktan da bir o kadar uzakÅŸaıtrdı. Wes Craven’ın kötü şöhretli ilk filmi Last House on the Left (1972) öldürülen kızlarının katillerinden vahÅŸi bir ÅŸekilde intikam alan bir karı kocayı anlatıyordu. Bob Clark’ın 1974 yılında çektiÄŸi Deathdream’de ise annesinin duaları sayesinde Vietnam’da öldükten sonra tekrar dirilen -fakat canavara dönüşen- genç bir asker vardı. Ve Larry Cohen’in yine 1974 tarihli filmi It’s Alive’da Frankenstein efsanesi gayet modern bir ÅŸekilde baÅŸtan yazılıyordu, bu sefer suçluluk duygusu taşıyan yaratıcı rolü dehÅŸet saçan ucube bebeÄŸinin peÅŸindeki babaya verilmiÅŸti.

O yıllarda çıkan filmlerin hepsi düşük bütçeli, bağımsız yapımlar deÄŸildi. William Friedkin’in Oscar ödüllü The Exorcist (1973) filmi aslında vücuda ÅŸeytan girmesi temasından arındırıldığında modern tıbbın bilinmeyen bir hastalıkla yüzleÅŸtiÄŸinde çaresiz kalacağından, bekar annelerin yaÅŸadığı suçluluk buhranları ile ağır sorumluluktan ve kuÅŸak farkından dolayı çocuklarıyla iletiÅŸim kuramayan ebeveynlerden bahsediyordu. Ve usta iÅŸic(1980) adlı filminde, Stanley Kubrick lanetli ev konusunu Amerika’nın gerçek korkularıyla birleÅŸtiriyordu: alkolizm, çocuk istismarı ve aile içi ÅŸiddet. Hitchock’un 1963 yılında çektiÄŸi The Birds ile Steven Spielberg’ün 1975 tarihli Jaws filmlerinden sonra birçok “insanlara saldıran hayvan” temalı film ortaya çıksa da hepsi özünde ailece izlenebilecek korku filmleriydi; bu da aslında korkulması gerekenin insanın içindekiler, aileler ve toplum olduÄŸunu vurguluyordu.

1978 yılında John Carpenter’ın slasher iskeletini oluÅŸturduÄŸu Halloween filmiyle Psycho ve Peeping Tom’daki unsurlar yoÄŸun bir ölüm kalım oyunuyla gölgelendi. Bu oyun maskeli, insanüstü katil Michael Myers ve Michael’ın saçtığı dehÅŸetten hayatta kalan son kızdı. Hem devam filmlerine zemin hazırlamak, hem izleyicinin kendini güvende hissetmesini engellemek, hem de seyircinin zevkine uygun olması için hazırlanan açık uçlu final sahnesi günümüzde çoÄŸu filmde görülmektedir. Halloween’in peÅŸinden daha kanlı ama daha az kaliteli olan Friday the 13th (1980), uzayda geçen bir slasher olan Alien (1979) ile bir sürü orijinallik ve baÅŸarı yoksunu slasher filmi geldi. En iyileri David Cronenberg’ün Videodrome (1983) ve The Fly (1986) adlı body-horror örnekleri, Sam Raimi’nin kanlı ve komik Evil Dead filmleri (1981 ve 1987), Wes Craven’ın kabus slasherı A Nightmare on Elm Street (1984), Clive Barker’ın splatterpunk klasiÄŸi Hellraiser (1987) ve John Landis’in özel efekt şöleni An American Werewolf in London (1981) gibi filmler olsa da seksenli yılların sonunda çoÄŸu korku filmi kendini tekrar eden, bayık filmlerden ibaret hale geldi ve korku izleyicisinin türe olan ilgisi azalmaya baÅŸladı. Fakat Jonathan Demme tarafından yönetilmiÅŸ olan 1991 tarihli The Silence of the Lambs, ana akıma korku/gerilim/polisiye karşımını tanıtarak janrın popülerliÄŸini yükseltti. Doksanlı yılların ortasında parlak, büyük bütçeli ve yıldız oyuncu kadrolu Se7en (1995) gibi filmler karizmatik ve yaratıcı seri katillerin kanlı becerilerine yoÄŸunlaÅŸarak toplumun seri katillere olan ilgisi (ve zaafından) yararlandı.

“Korkutulmak ne kadar zevkliyse korkutmak da o kadar zevkli.”
Vincent Price

1996 yılında beklenmedik bir hit olan Scream filmi bir yandan slasher filmleri hicvederek, diÄŸer yandan da hala korkutucu olabileceklerini göstererek bir neo-slasher patlaması yarattı. Üç yıl sonrasında gelen Blair Witch Project ve Sixth Sense filmleri sinemadaki hayalet öykülerine yeni bir soluk getirdi, biri sahte belgesel kalıplarını ilerleterek yeni bir ÅŸeyler yaparken diÄŸeri sürpriz sonlar konusunda en çok hatırlanacak filmlerden biriydi. 21’inci yüzyıl çoÄŸu izleyicinin Japon korku filmlerini keÅŸfetmesini saÄŸlayarak baÅŸladı, 1999 tarihli Ringu ve 2003 tarihli Ju-On filmlerinin yeniden çevrimleri sadece Amerika’da film başına 100 milyon dolardan fazla kazanç saÄŸladı. Irak Savaşı’nın ön planda olduÄŸu daha politik ve huzur bozucu dönemde ise adeta Abu Ghraib Hapishanesi’nden ilham alan “iÅŸkence pornosu” türündeki Saw ve Hostel gibi seriler ile onların taklitçileri ortaya çıkmaya baÅŸladı.

Near Dark (1987)

Kathyrn Bigelow’un kült filminde Bill Paxton tarafından canlandırılan gülümseyen manyak Severen. Sık sık modern bir vampir öyküsü olarak nitelendirilmesine karşın Bigelow ve senaryoyu beraber yazdığı Eric Red film boyunca bu terimi kullanmaktan kaçınmıştır.

Bahsettiğimiz filmlerin ve daha fazlasının üzerinde ilerleyen bölümlerde duracağız. Fakat adeta suçlu bir zevki saklamaya çalışırcasına cevap verilmeyen soru şudur: Neden? Neden aynı hikayeleri üstüste dinleyip tekrar tekrar görmek istiyoruz? Neden kendi faniliğimizi hatırlayıp ölümün farklı yüzlerini kollektif bilincimize yediriyoruz? Çünkü ister hastalıklı bir merak deyin, ister karanlık taraf, ister tehlikeyle yüzleşmek; içimizde bir parçamız hayatın bizi korkutan yönlerini ölümle yüzleşmeden keşfetmek istiyor.

Filmlerin saÄŸladığı ilkel korkular ile birçok ÅŸeyi yapabiliyoruz; ölümle dalga geçebiliyoruz, kurbanlarla alay edebiliyor veya kendimizi onların yerine koyabiliyoruz; bir zamanlar insanlığın en büyük tehlikeleri olan dehÅŸetlerle zevk alarak yüzleÅŸebiliyoruz. Sinema, Sanayi Devrimi’nden birkaç nesil önce, yirminci yüzyılın baÅŸlarında ortaya çıkmıştı. Batıda ortalama insan ömrü 40 sene kadardı. Her ÅŸey ölümcül olabilirdi ve ölüm hayatın basit bir parçasıydı.

Teknoloji ve kültürümüz bizden çok daha hızlı gelişti ve günlük hayatımızda insani tecrübelerin en önemlisi olan ölüme hala ihtiyacımız var. Bu yüzden korku ve sinema beraber yetişmiştir. Çünkü teknolojinin hayatımızı uzatması, ölümü günlük hayatımızdan uzaklaştırdı. Bu da ekranda/perdede olağanüstü bir gerçeklik ve açıklıkla ölüm görme isteğini doğurdu. Hayatın kanlı yönlerini tecrübe etmeye açız. Ve korkuyu sevmediğini söyleyenler inkar ediyorlar. Kendilerini ve kendi insanlıklarını inkar ediyorlar. Çünkü korkuyorlar. Nasıl hissedeceklerinden korkuyorlar. Korku filmlerinin en iyileri ve en korkutucularının bize hissettirdiği muhteşem hissi tatmaktan korkuyorlar.

“Belki bu dünya baÅŸka bir gezegenin cehennemidir.”
Aldous Huxley

Bu kitap o hastalıklı dürtüyü övmektedir. O çarpıntıyı, o cinsel karanlığı, tüm şiddeti ve gürültüsüyle yaşanan ilkel korku duygusunu övmektedir. Korku filmlerini. Dünya çapında bir asırdan fazladır kullanılan o anlatımı. O suçlu zevki. O gişe başarısı neredeyse garanti olan filmi. Tüm risk alıcıya ait, bu izleyici sorumluluğu isteyen bir sanat biçimidir. Korku filmi yapanlar yüz yıldan fazladır aynı çekici nakaratı söylemektedirler:
“Memnun kalacaksınız. Paranızın karşılığını alacaksınız.” Ama aslında söylemek istedikleri ÅŸudur:
“Sizin aÄŸzınıza sıçacağız, çocuklar. EÄŸer baÅŸaramazsak sizi kazıklamış oluruz. Ama baÅŸarırsak daha önce hiç yaÅŸamadığınız duyguları yaÅŸayacaksınız. Önceki korku tecrübelerinizden daha iyisini, daha sertini, daha korkuncunu yaÅŸayacaksınız ve birileri bizden daha iyisini yapana kadar bundan sonrakileri beÄŸenmeyeceksiniz.”

İçeri buyrun. Size dünyayı olabildiğince sert ve hızlı bir şekilde gezdireceğiz. Tam da sevdiğiniz gibi. Çünkü bunları bu yüzden okuyorsunuz, değil mi?

Taschen “Horror Cinema”

Çeviren: Mert Kutay (mert@iyikotufilm.com)

Facebookta paylaş Twitterda paylaş Mail ile gönder


Yorumunuz:

İyiKötüFilm Hakkında
İyiKötüFilm Röportajlar
İyiKötüFilm